İlahî vahiy zincirinin son halkası olan Kur’an-ı Kerim’in, ilk muhatabı Hz. Muhammed (s.a.s.)’e indirilmeye başlanmasının üzerinden 1400 yıl geçmiş bulunuyor. Bu süre, aynı zamanda, sevgili Peygamberimiz’in ilahî görevi üstlenişinin (bi’setinin) de tarihidir. Kur’an, kendisini tanıtan, özelliklerini açıklayan çok sayıda ayete sahiptir. (Örnek olarak bkz: Âl-i İmran, 103; Yunus, 57; İsrâ, 9; Neml, 77; Vâkıa, 77-80; Hâkka, 40-48) İlahî kitabı en iyi ve en sağlıklı biçimde tanıtan da hiç şüphesiz yine kendisidir. Bununla beraber, onun ilk muhatabı olan Allah Rasulü (s.a.s.) acaba vahiy sürecini nasıl yaşamış, kendisine indirilen Kur’an hakkında neler söylemiş, ne tür değerlendirme, tavsiye ve uyarılarda bulunmuştur? Konuyla ilgili rivayetler gözden geçirildiğinde bu husus da büyük ölçüde açıklığa kavuşmaktadır.
Hira mağarasında ilk vahye muhatap olduğunda Hz. Peygamber’in nasıl bir heyecan ve endişe yaşadığını kaynaklardan öğreniyoruz. (Taberî, Tarih, 2/298-9) O ana kadar peygamberlik beklentisi içinde olmayan ve bu konuda herhangi bir bilgisi bulunmayan, daha önce bir kitap okuyup yazmayan (Ankebût, 48) Allah Rasulü, kendisine ilahî görevin tevdi edildiği ilk günlerde bazı tereddütler yaşamış, Cebrail’in, “Ey Muhammed! Sen gerçekten Allah’ın elçisisin.” (Buhârî, Ta’bir, 1) hitabı üzerine bu ağır ve kutsal görevle şereflendirildiğini anlamıştı. Hz. Muhammed (s.a.s.), vahiy meleğiyle karşılaştığı o ilk anı ve ilk vahiy tecrübesini şöyle anlatır: “(Hiç tanımadığım bir varlık) gelip bana ‘oku’ dedi. ‘Ben okuma bilmem’ dedim. Beni tutup gücüm tükeninceye kadar sıktı. Sonra bırakıp tekrar ‘oku’ dedi. ‘Ben okuma bilmem’ dedim. İkinci defa tutup gücüm tükeninceye kadar sıktı. Bırakıp tekrar ‘oku’ dedi. ‘Ben okuma bilmem’ diye cevap verdim. Üçüncü defa tutup gücüm tükeninceye kadar sıktı ve bırakıp şunları söyledi: ‘Yaratan Rabbinin adıyla oku! O insanı bir alaktan yarattı. Oku! Son derece cömert ve lütufkâr olan Rabbin kalemle (yazmayı) öğreten, insana bilmediğini öğretendir.” (Alak, 1-5; Buhârî, Bed’ü’l-vahy, 1)
Hz. Peygamber, insanlara tebliğ etmek üzere kendisine tevdi edilen bu emanetin öneminin farkında olarak aldığı vahyi unutmamak endişesiyle tekrar ediyor, bazen telaşa kapılıyor, fakat vahyin sahibi bu konuda endişeye mahal olmadığını bildiriyordu. (A’lâ, 6-8; Kıyâme, 16-19) Çünkü onu koruyacak olan onu indirendi. (Hıcr, 9) Ayrıca, o Kitap, kendisine vahy edilen ağır bir söz olmakla beraber (Müzzemmil, 5), elçiye “Güçlük olsun diye değil, kalbinde Allah korkusu bulunanlara bir öğüt ve uyarı olsun diye gönderilmişti.” (Tâhâ, 2-3) Bu vahyin ilk muhatabı Hz. Peygamber olduğu gibi, ona tabi olmakla emrolunan ilk kişi de o idi. (En’âm, 50, 56,106) Onun görevi sadece tebliğ etmek olduğu halde (Âl-i İmran, 20), davetine icabet etmeyip ilahî mesajdan yüz çevirenleri gördükçe aşırı üzüntüye kapılmaktan da kendini alamıyordu. (Kehf, 6)
Üslubu ve muhtevasıyla bir mucize olan Kur’an-ı Kerim her işiteni derinden etkileyen bir özelliğe sahipti. Çünkü o sözlerin en güzeli idi. (Zümer, 23) Hz. Peygamber şöyle buyurur: “Her peygambere mutlaka, (vuku bulduğunda) iman edilen mucizeler verilmiştir. Bana verilen (mucize) ise Allah’ın bana vahyettiği (Kur’an) dir. Kıyamet günü, (diğer peygamberler içinde) bağlıları en fazla olanın ben olacağımı umuyorum.” (Buhârî, İ’tisâm, 1) Allah Rasulü’nün bu umudu boşuna değildi. Çünkü ona verilen Kur’an mucizesi diğer bütün mucizelerden daha etkiliydi.
Kur’an’ın etkili üslubunun farkında olan Hz. Peygamber, onu güzel sesle ve usulüne uygun olarak okumaya özen gösterirdi. Sahâbî Berâ (b.Âzib), bir yatsı namazında Tîn suresini okuduğunu işittiği Allah Rasulü için, “ses veya okuyuş olarak ondan daha güzel olan birini duymadım” demişti. (Buhârî, Tevhid, 52) Abdullah b. Muğaffel de Mekke’nin fethedildiği yıl Hz. Peygamber’i, devesinin üzerinde sesini yükselterek ve dalgalandırarak Fetih suresini okurken görmüştü. (Müslim, Salâtu’l-müsâfirîn, 35) Hz. Peygamber, güzel okuyuşundan etkilendiği Ebu Muse’l-Eş’arî’yi, sesinin güzelliğiyle örnek gösterilen Davud aleyhisselam’a benzeterek övüyordu. (Müslim, Salâtu’l-müsâfirîn, 34) Bir gün Abdullah b. Mesud’u çağırarak kendisine Kur’an okumasını isteyen Allah Rasulüne İbn Mes’ûd, “Kur’an size indirilmişken onu size ben mi okuyayım!” diyerek hayretini ifade edince Hz. Peygamber: “Evet, ben Kur’an’ı başkasından dinlemeyi seviyorum.” buyurdu. Bunun üzerine okumaya başlayan Abdullah b. Mes’ud, “Her ümmetten bir şahit getirdiğimiz ve seni de onların üzerine şahit yaptığımız zaman bakalım onların hali nice olacak.” (Nisâ, 41) ayetine gelince Allah Rasulü “yeter” buyurdu. Bu esnada gözlerinden yaş süzülüyordu.” (Buhârî, Tefsir, 88)
Hz. Peygamber’in, Kur’an’ın güzel okunması konusunda gösterdiği titizlik boşuna değildi. Kur’an’ın hem edebî üslubu hem de çarpıcı mesajları, şiir ve güzel söz söyleme sanatını iyi bilen Cahiliyye Arabını derinden etkiliyordu. Bu yüzden, âdeta kulaklarını tıkayarak onu hiç duymak istemiyorlardı. Nitekim, müşriklerin, “Bu Kur’an’ı dinlemeyin. O okunurken yaygara koparın, belki o zaman baskın çıkarsınız.” (Fussılet, 26) diyerek ilahî kelamın mucizevî etkisini azaltmak istediklerini Kur’an haber vermektedir. Henüz müşrik olduğu dönemde bir iş için Medine’ye gelen ve o esnada akşam namazını kıldıran Allah Rasulü’nün Tûr suresini okuduğunu duyan Cübeyr b. Mut’ım “Kur’an’ı işittiğim zaman sanki kalbim parçalanacaktı.” demişti. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/85) Hz. Ömer’in, eniştesi ve kızkardeşinin okudukları ayetlerden etkilenerek Müslüman olması da bu konuda verilebilecek güzel bir örnektir. Hz. Peygamber’in yakın arkadaşı ve ilk Müslümanlardan olan Hz. Ebubekir, Mekke döneminin sıkıntılı zamanlarında, evinin bahçesinde ibadet ediyor, Kur’an okuyor, etrafına toplanan müşrik kadınlar ve çocuklar da hayretle/beğeniyle onu izliyorlardı. Kur’an okurken gözyaşlarına hakim olamayan Hz. Ebubekir’in hali etrafındakileri etkilediği için Kureyş’in ileri gelenleri, kadınlarını ve gençlerini baştan çıkaracağı endişesiyle ona karşı tedbir almışlardı. (Buhârî, Kefâle, 4)
Hz. Peygamber, düzenli bir Kur’an okuyucusuydu. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/9) “Kur’an’ı ağır ağır, tane tane oku.” (Müzzemmil, 4) emrine uygun olarak, “tane tane ve açık okur” (Tirmizi, Fadâilu’l-Kur’an, 23), ayetlerin arasında bir müddet duraklar (Tirmizi, Kıraat, 1), secde ayeti geçtiğinde secde ederdi. (Müslim, Mesâcid, 20) Kur’an okurken yapılan dualara Cenab-ı Hakk’ın karşılık verdiğini belirterek Fatiha suresini okuyan kişinin her okuduğu ayete Allah’ın mukabelede bulunduğunu söylerdi. (Müslim, Salat, 11) Allah’ın yüceliğinden bahseden bir ayet geldiğinde tesbihatta bulunur, dua edilmesi gereken bir konuda dua eder, Allah’a sığınmayı ifade eden bir ayet okuduğunda da istiazede bulunurdu. (Müslim, Salâtu’l-müsâfirîn, 27) Bir gün Hz. Ebubekir’in, “yaşlandın ey Allah’ın elçisi!” hitabına karşılık, “Beni, Hûd, Vâkıa, Mürselât, Nebe’ ve Tekvir sûreleri yaşlandırdı.” (Tirmizi, Tefsîru’l-Kur’an, 56) buyurarak taşıdığı ağır sorumluluğun yanı sıra bazı surelerin sarsıcı etkisini de vurgulamak istemişti.
Mescid-i Nebevî, Kur’an öğreniminin yapıldığı başlıca mekândı. Allah Rasulü, mescidine gelip birkaç ayet okuyup öğrenmenin o miktarda deveye sahip olmaktan daha hayırlı olduğunu söyleyerek ashabını Kur’an öğrenmeye teşvik ediyordu. (Müslim, Salâtü’l-müsâfirîn, 41) Sabah, akşam ve yatsı namazlarında okuduğu birçok sureyi arkasında saf tutan sahabilerden ezberleyenler olurdu. Örneğin bir hanım sahabi, Kâf suresini, devam ettiği cuma namazlarında bizzat Hz. Peygamber’den dinleyerek öğrenmişti. (Müslim, Cum’a, 51) O, öğrenme, öğretme, açıklama ve uygulama açısından Kur’anla o kadar hemhal olmuş ve onu öyle özümsemişti ki vefatından sonra, onun ahlakı hakkında soru soran bir sahabiye Hz. Aişe, kısaca, “Sen Kur’an okumuyor musun? Onun ahlakı Kur’an idi.” karşılığını vermişti. (Ebû Davud, Tatavvu’, 26)
“En hayırlınız, Kur’an’ı öğrenen ve öğreteninizdir.” buyuran (Tirmizî, Fadâilu’l-Kur’an, 15) Allah Rasulü, kalbinde “Kur’an’dan hiçbirşey bulunmayan kimseyi harap bir eve” benzetmiştir. (Dârimî, Fadâilu’l-Kur’an, 1) Kur’an’ı ezberinden okuyanların kerem ve şeref sahibi meleklerle beraber olacağını, zorlanarak da olsa okuyana iki kat sevap verileceğini bildirerek (Buharî, Tefsir (Abese), 1) ümmetinin Allah kelamı ile aşina olmak için çaba harcamalarını arzu etmiştir. Gıpta olunacak iki kişiden birinin, Allah’ın, Kur’an öğrenmesine imkân verdiği ve gece-gündüz okuyup amel eden kimse olduğunu bildirmiştir. (Buhârî, Fadâilü’l-Kur’an, 20) Onun benzetmesiyle, Kur’an’ı öğrenen, öğreten ve gereğini yerine getiren kimse, kokusu her tarafa yayılan misk dolu bir kab, onu öğretmeyen kimse ise ağzı bağlı olduğu için kokusu yayılmayan bir misk kabı gibidir. (Tirmizi, Fadâilu’l-Kur’an, 2) Başka bir hadisinde de o, Kur’an okuyan mümini, tadı ve kokusu güzel olan turunca; okumayan mümini, tadı güzel olup kokusu olmayan kuru hurmaya; Kur’an okuyan münafığı, kokusu güzel ama tadı acı olan reyhan otuna; okumayan münafığı da kokusu olmayan ve tadı da acı olan Ebucehil karpuzuna benzetmiştir. (Müslim, Salâtü’l-müsâfirîn, 37)
“Müminler için gerçek bir hidayet rehberi ve rahmet olan Kur’an” (Neml, 77)’ın bu işlevi ancak, onun iyi anlaşılıp kavranması ve gereğince amel edilmesiyle gerçekleşebilir. Allah kelamını bildikleri, hatta okudukları halde hayatlarına dahil etmeyen münafıklar için, “Kur’an’ı düşünmüyorlar mı, yoksa kalpleri üzerinde kilitler mi var?” (Muhammed, 24) buyuran yüce Allah, anlamını ve hikmetini kavramadan okuyanların bu rehberlikten fazla yararlanamayacaklarına işaret etmektedir. Hz. Peygamber, “İslam’ı dosdoğru bir yol, Kur’an’ı da o doğru yola davet eden bir davetçi” olarak nitelendirmiş, (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/182) Allah’ın kendisiyle gönderdiği hidayeti ve ilmi gökten inen bereketli bir yağmura benzetmiştir. (Buhârî, İlim, 20) İşte Allah Rasulü, müminin üzerine yağan bu rahmetin boşa gitmesine razı olmadığı için Kur’an’ın anlaşılmadan hızlı hızlı okunmasını uygun bulmamıştır. (Dârimî, Salât, 173) Onun bu hassasiyetini dikkate alan ashap da ayetleri onarlı gruplar halinde öğrenmişler, bir grubun manasını iyice anlayıp amel etmeden diğerine geçmemişlerdir. (Taberi, Tefsir, 1/80)
Namaz imamlığından (Nesâî, İmâmet, 11) ordu komutanlığına kadar (Tirmizi, Fadâilu’l-Kur’an, 2) pek çok konuda Kur’an bilgisini tercih sebebi sayan Allah Rasulü, hayatı boyunca başta kendisi olmak üzere bütün ümmetini onun rehberliğine davet etmiş, ölümünden sonrası için kendisinden vasiyet bekleyenlere de Kur’an’ı vasiyyet ederek bu dünyadan ayrılmıştır. Onun, Veda Hutbesi’nde, yolumuzu şaşırmamak için sarılmamızı istediği ve kıyamete kadar bize emanet olarak bıraktığı en önemli değer olan Yüce Kur’an (Müslim, Hac, 19), 1400 yıl sonra da parlak nuruyla yolumuzu aydınlatmaya devam etmektedir.
Not: Bu yazı, Diyanet Aylık Dergi Nisan 2010 sayısında yayınlanmıştır.
Not: Bu yazı, Diyanet Aylık Dergi Nisan 2010 sayısında yayınlanmıştır.
Prof. Dr. İ. Hakkı Ünal
Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi
Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi
Tags
Kuran-ı Kerim