Prof. Dr. M. Emin Özafşar
Kur’ân-ı Kerîm, insanlığın son on beş asrını derinden etkilemiş, nüzulüyle birlikte yeryüzünü şereflendirmiş; Müslümanlar için izzet, ikbal ve hayat kaynağı, dünyevî saadetin ve uhrevî felahın menbaı olan yüce bir kitaptır. Kur’an yeryüzüne inişiyle tarihin akışını değiştirmiş, hayatın ve varlığın ilk günkü anlamını yeniden ifade etmiştir. Kur’an ile birlikte yeniden kurulan dünya, on beş asırdır bu ilahî çağrıyı ve yankıyı derinden hissetmektedir.
Skolastizmin boyunduruğu altında bulunan ve Ortaçağ karanlığında önünü göremeyen insanlığın düşünce ve inanç tortularıyla, sapkın telakkilerle ayaklarına ve zihinlerine prangalar vurulmuş, putperest bir inanç sistemi zuhur etmiş ve aynı zamanda birtakım dinî kurumlar insanı baskı altına almış ve insan ufku karartılmıştı. İşte Kur’ân-ı Kerîm, bu ufka doğan aydınlık ve berraklıktır. Hayatın bizatihi kendisi olan, fıtrattan ve özden hitap eden Kur’an, bu yönüyle insanı dışarıdan muhatap kabul eden diğer kitaplardan ayrılır. Yirmi üç senede gelmiş bir hitabın kısa sürede insanları ve zamanı değiştirmesi, dönüştürmesi, büyük bir medeniyeti ortaya çıkarması, insana zihin ve gönül düzleminde, estetik düzlemde ve hikmet boyutunda hitap edebilmesinin nedeni insanın özünden gelen bir ses olmasıdır. Kur’ân-ı Kerîm hayatın bizzat kendisi ve özünde olduğu için tarihin akışını değiştirmiştir. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm’i tarih boyunca yazılı bir kitap gibi görmeyen Müslümanlar onu âdeta kendileri gibi canlı, diri ve hareketli bir varlık olarak hissetmişlerdir.
Peygamberimiz’in Cibril-i Emin’in, Hira’da “oku” seslenişine muhatap olmasıyla başlayan hitap, Resûlullah ve sahabeler üzerinden beşer düzleminde belirmiş ve insanlığa intikal etmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’in doğrudan muhatapları olan ilk nesillerin hayatları üzerinden tarih sahnesine çıkması, onun hitabının tarihte kaldığını değil, tüm zamanlara ve evrensele onların hayatları üzerinden ulaştığının kanıtıdır. Bu nedenledir ki Resûlullah Efendimiz âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir ve çağrısı “...kâffeten linnâsi...” yani bütün insanlığa yönelmiştir. Dolaylı muhatapları ise zaman içerisinde ortaya çıkan nesillerdir. Burada bir incelik göze çarpmaktadır; Kur’ân-ı Kerîm’e bakıldığında onun özel şahıslara hitap etmediği, “Ey insanlar! Ey müminler! Ey kâfirler! Ey münafıklar!” şeklinde sıfatlara hitap ettiği görülür. Çünkü zatlar zamanla kayıtlıdır. Ama sıfatlar bütün dönemlerde farklı farklı kişilerde ortaya çıkabilirler. Kur’an’ın ve hitabının evrenselliğinin en yalın, en kestirme ifadesi Kur’an’ın hitabının niteliklere ve sıfatlara olduğunun tespitidir.
Metin iken de bir hitap, bir sesleniş olan Kur’ân-ı Kerîm bir araştırma nesnesi yapıldığında, ötekileştirilmiş yani ister istemez araya bir entelektüel mesafe konmuş olur. Fakat Kur’ân-ı Kerîm her hal ve şartta o mesafeyi kapatma kudretine sahiptir ve şu dua bu bakımdan gayet manidardır: “Allahümme zeyyinnâ bizîneti’l-Kur’ân, ve kerrimnâ bikerâmeti’l-Kur’ân, ve şerrifnâ bişerâfeti’l-Kur’ân, ve elbisnâ bihilâti’l-Kur’ân.” (Allah’ım bizi Kur’an ile süsle. Güzelliğimizi Kur’an’ın güzelliğiyle artır. Bizim itibarımızı, onurumuzu, haysiyetimizi, Kur’an ile pekiştir. Şerefimizi Kur’an ile artır. Bize Kur’an kaftanı ve libası giydir.) Bu dua, sembolik olarak Müslümanlar için Kur’ân-ı Kerîm’in hayatın her alanında etkin olduğunu göstermektedir. Bugün biz bir İslam mimarisinden, tasarımından, biliminden bahsedebiliyorsak, tarih içerisinde ortak Müslüman dilinden söz edebiliyorsak bunu Kur’an’a medyunuz. İ. Raci Farukî, Kur’ân-ı Kerîm’in zaman içerisinde inanmış toplulukların ve kavimlerin dillerini İslam ile yoğurduğunu ifade etmiştir. (Farukî, İslam Kültür Atlası, s. 372) Farsça’nın nasıl İslamî içerikle dolduğunu, Türkçe’nin Osmanlıca denilen yeni bir dile nasıl büründüğünü, Hint dillerinin benzer şekilde dönüşüm geçirdiğini de müşahede etmekteyiz. İbn Hazm’ın da söylediği gibi Arapça, Kur’ân-ı Kerîm ile yeniden doğmuş ve anlam kazanmıştır. Bu bakımdan yeni bir doğuş, yeni bir anlam kazanış Kur’ân-ı Kerîm ile gerçekleşmiştir ve bütün dilleri zaman içerisinde etkilemiştir. Çağımızın önemli oryantalistlerinden birisi olan Montgomery Watt’ın Kur’ân-ı Kerîm ile ilgili önemli bir tespiti ve tanıklığı vardır. Watt: “Çok az kitap insan ruhunda ve şuurunda Kur’ân-ı Kerîm kadar derin ve geniş bir etki bırakmıştır.” der. (M. Watt, Kur’ân’a Giriş, s. 13) Objektif gerçekliğin farkında olan Watt, inanmayan birisi olarak Kur’ân-ı Kerîm’in insan ruhu ve belleği üzerindeki derin tesirini itiraf etmek durumunda kalmıştır.
Kur’ân-ı Kerîm’in temel özelliklerinden birisi de ateşleyici bir etkiye sahip olmasıdır. Eskiler buna “Hüsnü’l-İka” demişlerdir. Hüsnü’l-İka, duyulduğunda lafızlarındaki tevazünle, anlamlarındaki derinlik ve yenilikle insan şuurunu çarpması demektir. Müslüman vicdanı bu tabiri kullanmayı pek uygun görmese de modern tabirle Kur’ân-ı Kerîm, yaratıcı düşünce ve yenikleri keşfedici bir ruh hali ortaya çıkarmaktadır. Kur’ân-ı Kerîm insan düşüncesini ve vicdanını özgürleştiren, insanı hem maddeye hem de heva ve hevesine kul olmaktan kurtaran, insana hayret ve hayranlık duygusu aşılayan bir kitaptır. Hayret duygusu, hem sanatın hem hikmetin hem de var olmanın en derin vecdini insana kazandıran bir duygudur. Kur’ân-ı Kerîm, insanı hayretler içerisinde bırakan bir kitap olmaktan öte, insana hayret duygusu veren ve böylelikle yeni vecdlere , buluşlara ve oluşlara vücut veren bir kitaptır.
Tüm bu ifade edilen süreçlerin ise vahyin doğru anlaşıldığı takdirde tahakkuk edeceği aşikârdır. Bu bakımdan anlama kavramını sadece bir zihinsel faaliyet olarak görmemek gerekmektedir. Eğer vahyin ontolojik (varlık bilimi ile ilgili) gayesini idrak edebiliyor ve onun gereğini yerine getirebiliyorsanız tam ve mütekâmil bir anlama tahakkuk etmiş demektir. Bunu sağlayamıyorsanız yine belli düzeyde anlama vardır fakat bu istenilen düzeyde bir anlama değildir. Anlamanın ayrıca hissi bir boyutu da vardır. Kur’ân-ı Kerîm aslında insanı yüreğinden çarparken önce his düzeyinde çarpar. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm’in vehley-i ula’da bize seslenişi his düzeyinde gerçekleşmiştir. Ama Kur’ân-ı Kerîm’in asıl hedefi insanın idrakidir. Kur’ân-ı Kerîm insanı sadece bir his varlığı olarak da görmez, onu mahlukatın en mükemmel varlığı olarak tanımladığı gibi o mükemmeliyetin kaynağı olan idrakini muhatap kabul eder ve Kur’an ile buluşan zihin ve entelektüel idrak yükselir. O bakımdan Kur’ân-ı Kerîm’de aklın işletilmesi; tedebbür, tezekkür, tefekkür kavramlarına vurgu yapılır, aklını ve kalbini kullanmayanlar tenkit edilir. Yine bu idrakin ötesinde algılamayı ve anlamayı tamamlayan husus mesajın bir davranış olarak ortaya konulmasıdır.
Sahabeden Abdullah b. Mes’ud Kur’ân-ı Kerîm’i tanımlarken şöyle der: “El Kur’ânü me’dübetü’llahi filarz.” Kur’an Allah’ın yeryüzündeki ziyafet sofrasıdır. (Darimi, Sünen, Fedailü’l-Kur’ân, I/827) Mecazî bir anlatımın söz konusu olduğu bu teşbihte anlatılmak istenen; insanın gıdalar yoluyla organizmasını güçlendirdiği gibi Kur’ân-ı Kerîm de insanın aklını, ruhunu ve kalbini besleyen, bütün zerrelerimizde tesirini gösterme istidatı ve kudreti olan bir sofradır.
“Me’dübe” kavramı ile aynı kökten gelen “edeb” kelimesi, Kur’ân-ı Kerîm’in yaşantı içerisinde bize bir değer skalası ve ahlak silsilesi sunduğunu açıkça hatırlatmaktadır. Yaşantımızı ve ruh yapımızı dizayn eden ve besleyen Kur’ân-ı Kerîm kişinin Allah, âlem ve insan ile olan ilişkilerini tanzim eden ve ona bir norm düzeneği temin eden bir kaynaktır. İnsanı kemal seviyesine taşımak isteyen Kur’ân-ı Kerîm’in, insanlar arasındaki en basit ilişkileri bile konu edinmesi normatif niteliğinin bir gereğidir. Bu bakımdan Lokman (a.s.) ile oğlu arasında geçen diyalogta insanın ayağını yere vura vura, başını dikerek, mağrur bir şekilde yürümesi tenkit edilir. Buradan da anlaşılacağı üzere Kur’an’ın sadasıyla çarpılan yürek onun idrakiyle, onun mesajını alabilir davranışlarıyla da onu bir yaşantıya dönüştürebilirse işte zaman tam ve mütekâmil bir anlama ve yaşama gerçekleşmiş demektir. Bu bakımdan Kur’ân-ı Kerîm’in anlaşılmasını sadece akademik bir faaliyete asla indirgeyemeyiz. Fakat Kur’ân-ı Kerîm’in anlaşılması ve idrak edilmesi bu akademik faaliyetlerin yardımından da bağımsız değildir. Bununla birlikte herkesin kendi idraki, vüs’ati, gücü ve kapasitesi oranında Kur’ân-ı Kerîm ile kuracağı bir iletişim, bir ilgi, bir irtibat vardır. Kur’an şairiM. Akif Ersoy bu irtibatın nasıl olmaması gerektiğini ise şu veciz ifadeleriyle gözler önüne sermiştir:
“Ya açar nazmı celilin bakarız yaprağına,
Yahut üfler geçeriz bir ölünün toprağına.
İnmemiştir hele Kur’ân şunu hakkıyla bilin,
Ne mezarlıkta okunmak ne fal bakmak için.”
Son birkaç asırdır, Müslümanlar yeni şeyler üretmeyi kaybettikleri ve milletler yarışında bir biçimde geri kaldıkları için Akif merhum bu konuyu şiirlerinde sık sık dile getirmiştir. Kur’ân-ı Kerîm dinlediğinde kitleler yine vecd ile bir hissiyata gark olacaklar burada buna bir itiraz yoktur. Fakat “Doğrudan doğruya Kur’ân'dan alarak ilhamı / Asrın idrakine söyletmeliyiz İslam'ı.” Dizelerinde vurgulandığı gibi de Kur’ân-ı Kerîm’in inşa edici, diriltici nefesini hayata taşıyalım ve çağın idrakine, yani insanlığın geldiği algı düzeyine Kur’an’ı sunalım, Kur’an hayata dokunsun diyor, Akif çünkü aslolanın kaybedilmesinden müşteki. Müslümanlar Kur’ân-ı Kerîm’den hareketle ya yeni bir dil, yeni bir edebi , estetik ve sanatsal sunum, ya da köklü bilimsel teoriler ortaya koyacaklar ya da tarihte Kur’an’dan kaynaklanarak ortaya çıkan dili, edebiyatı, sanatı ve bilimi güncelleyerek günümüz dünyasına sunacaklar. Akif’in de bizi yönlendirmek istediği yer bu noktadır. Tarih içerisinde nerede bir Müslüman medeniyeti varsa böyle olduğundandır. Çağlar boyunca muhtelif müelliflerce kaleme alınan bütün kitaplar, beşer ufku ile mahduttur. Beşer ufku da kendi içerisinde kayıtlı ve sınırlıdır. Sınırsız olan bir ufku bize ancak, beşeri aşan ve beşeri de var eden bir kaynağın göndermesi gerekmektedir ki, o kaynak Cenab-ı Hakk’tır ve Kur’ân-ı Kerîm beşerin tıkalı olan ufkunu açmasına yardımcı olacaktır. Çünkü: “Hiç kuşkusuz bu Kur’an insanları en doğru yola iletir ve iyi ameller işleyen müminlere, kendilerini büyük bir ödülün beklediği müjdesini verir.” (İsra, 9)
Tags
Kuran-ı Kerim